Çekim için bir günümüz var. Işığı en iyi şekilde kullanmak için sabahın erken saatinde uyanıyoruz. Günü molasız bitirebilmek için enerjimizi fullemek üzere balı, kaymağın en doğal hali ile bileştiriyor, yanında tereyağlı sahanda yumurta ve Erzincan tulum peyniri ile süsleyip doyurucu Erzincan kahvaltıdan sonra yola koyuluyoruz.
Güneş “parlamak için sizi bekledim” der gibi öyle güzel açtı ki, çekeceğimiz kareleri düşündükçe heyecanımız artıyordu.
Dünden planladığımız gibi Abrenk kilisesi ile başlıyoruz. Abrenk kilisesi, Tercan İlçesine bağlı Üçpınar köyünde 1854 tarihinde inşa edilen bir Ermeni kilisesi. Köylülerin verdikleri bilgilere göre bu köyün mülkü Abraham isimli birine aitmiş ve sahip olduğu topraklara bağlantılı olarak Abrank, Abranits denilmiş. Ermenicede « -its » takısı « yeri »anlamına geldiği için, « Abrahamits » Abraham’ın yeri denilirmiş. Yıllar geçtikçe Abrahamits, Abrank (=mal, mülk, saray) olarak kısaltılmış.
Bizi Abrenk e götürecek ekiple buluşmak üzere aracımızla giderken yol kenarından biri el ediyor. Bizden biri diye düşünerek duruyoruz. Anlıyoruz ki Erzincan a gitmek üzere otostop çekmek için el etmiş. Arabanın arkasında biz iki kadını görünce mahcup oluyor ve “bayanlar varmış” diyerek mahcubiyetini el işaretiyle ifade ediyor. Yola devam ediyoruz.
Yolda yeterli tabela olmadığı için bulmakta biraz zorlansak da Üçpınar köyünü de geçtikten sonra Abrenk kilisesine ulaşıyoruz.
Gördüğümüz manzaranın sıcaklığı soğuğun dondurucu etkisini eritiyordu. Kar doğayı yorgan misali baştan başa sarmış. Abrenk kilisesi de bu beyaz yorganın en güzel deseni olmuş.
Rüzgar kendini hatırlatırcasına varlığını eksik etmese de çekime Drone ile başlıyoruz. Gökyüzünden manzara da, en az aşağıdaki kadar etkileyici. O an içimde hissettiğim mutluluğu nasıl tarif edersin derseniz tek kelime ile “şükran” derim.
Dron çekiminden sonra kiliseyi geniş açı fotoğraflamak üzere yukarıya doğru yürümeye başlıyoruz. Eller varlığını hatırlatan rüzgara ilk tepkiyi veren oluyor, sonra da ayaklar. Ama o kadar güzel ki Erzincan dağları ile bütünleşen doğa, burada olmak gerçekten herşeye değer. Nefesi Bol bol içimize çekiyoruz ki işlesin içimize, hem makinalarımızda hem hafızalarımızda yer etsin.
Abrenk kilisesi ve dikili taşları bolca fotoğrafladıktan sonra ayrılırken köyün muhtarına, doğada beyazın yaratığı resme hayran kaldığımı onu da mutlu etmek istercesine söylüyorum.
Ancak cevabı hızlı oluyor ; “ biz beyazı çok sevmeyiz” diyor .
“Neden?” diyorum,
“Psikolojik galiba” diyor ve devam ediyor; “ Kar yağdığı zaman eve hapis oluyoruz, yaşamakta çok zorlanıyoruz”.. Bunu söylerken yüzünde gülümseme de vardı, galiba benim heyecanımı bozmak istemediği için nazikçe söylemeye çalıştığı içindi. Benim yüzümde ise hayranlık duyduğum bir şeyin, başkaları için ne kadar işkence olabildiğinin farklındalığı ile burukluk vardı.
Muhtarla helalleşip Abrenk den ayrılıyoruz. İkinci durağımız Erzincan ın danteli olduğunu görünce daha iyi anladığımız Otlukbeli gölü.
Gitmeden yaptığımız kısa bir araştırmaya göre, Otlukbeli gölü maden sularının oluşturduğu bir traverten seddi gölü. Göl, kalsiyum, magnezyum ve demir katyonları ile bikarbonat, sülfat ve klorür anyonları içeriyor.
Gölün içindeki maden suları romatizmal hastalıklarda kırık çıkık rahatsızlıklarında ve kadın hastalıklarının tedavisinde fayda sağlıyormuş. Otlukbeli gölü, Erzurum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma kurulu tarafından doğal sit alanı ilan edilerek koruma altına alınmış.
Otlukbeli gölü donmuş ama travertenler bembeyaz bir fonda sarılı kırmızılı morlu tortular ile dantel havasında sunuyor kendini. Hani rüyaya dalarsın da düşlerin canlanmaya başlar ya Otlukbeli’nde bu rüyayı düşlemiyor, yaşıyorsun. O kadar narin bir görüntüsü var ki , karlar üzerinde yürürken ayakların travertenleri incitmemek için daha bir özenli gidiyor. Karda yürümek ama ayak izin de örtüyü bozmasın istiyorsun.
Başımı yukarıya kaldırıyorum , bulutların da en güzel haliyle bize eşlik edercesine hareket halinde olduğunu görüyorum.
Bir saniye duruyorum ve travertenlerden akan ince suyun sesini dinliyorum. Gözüm Otlukbeli nin dağlarında, kulağım suyun ince sesinde, ben kendimdeyim, içerilere doğru..
Zaman geçiyor, güneş dağların arkasından kendini gizlemeye, bizi geceye hazırlamaya başlıyor. Hava -3 derece, üşüdüğümüzü kabul etmek zorunda kalıp makinalarımızdaki “an” lar ile dönüş yoluna koyuluyoruz.
Kaynak: Ayçin Teker